ŞARKİYATÇILAR ve HADİS

Şarkiyatçılar, Hz. Peygamber’in hadisleri yazmayı yasaklaması sebebiyle sahâbîler tarafından pek az hadisin rivayet edildiğini, hadis külliyatını dolduran rivayetlerin çoğunun Hz. Muhammed’le ilgisi bulunmadığını, bunların, ortaya çıkan yeni meselelere çözüm getirmek için II (VIII) ve III. (IX.) yüzyıllarda İslâm hukukçuları tarafından uydurulduğunu ileri sürerler. Ayrıca hadislerin farklı görüşlere mensup kimseler tarafından ortaya atılması yüzünden birbiriyle çeliştiğini, esasen bir kısmının Tevrat’tan, İncil’den ve eski hurafelerden derlendiğini iddia ederler. Şarkiyatçıların hadis konusunda farklı sonuçlara varmasının sebepleri arasında, İslâm âlimleri tarafından güvenilir kabul edilmeyen Vâkıdî, Ebü’l-Ferec el-İsfahânî gibi kişilere, ayrıca delil olarak kullanılmayan şâz, garîb, hatta mevzû rivayetlere fazlaca değer vermeleri zikredilebilir. Şarkiyatçıların, ilmîlik iddiasıyla hadisleri tarihî olaylara göre uygun düşüp düşmediğine bakarak açıklamaya kalkışmalarını, en sahih hadislerin bile belli bir zamanda ve belli maksatlarla uydurulduğunu ileri sürmelerini ilmîlikle bağdaştırmak mümkün değildir. Onların bu tutumunun ardında yatan temel fikir ise İslâm’ın ilâhî vahye dayanmadığı ön yargısıdır (Seyyid Hüseyin Nasr, s. 91).

G. H. A. Juynboll’ün belirttiğine göre hadislerin büyük bir kısmının uydurma olduğunu ilk defa Avusturyalı şarkiyatçı Aloys Sprenger iddia etmiştir. Juynboll, onun Ṣaḥîḥ-i Buḫârî’deki hadislerin en az yarısının sahih bulunduğunu kabul eden Reinhart Dozy, Weil ve William Muir’den daha şüpheci olduğunu ortaya koymuştur (The Authenticity of the Tradition Literature, s. 1). Hadis hakkında en geniş araştırmayı yapan ve daha sonraki şarkiyatçılar tarafından sözü senet kabul edilen Ignaz Goldziher’in kendini tarafsız göstermeye gayret eden tavrı ile, açıkça İslâm aleyhtarlığı yapmaktan kendilerini alamayan İtalyan şarkiyatçısı Leone Caetani ve papaz Henri Lammens gibilerinin tavırları arasında fark vardır. Bununla beraber hepsinin kanaati, hadisin Kur’an’dan sonra İslâm’ın ikinci kaynağı sayılabilecek güvene sahip olmadığı noktasında birleşmektedir. Hadisler hakkındaki görüşlerini Muhammedanische Studien (I-II, Halle 1889-1890) adlı eserinin II. cildinde (Etudes sur la tradition islamique, trc. Leon Bercher, Paris 1952) ortaya koyan Goldziher’in bazı kanaatleri, şarkiyatçıların hadise bakışları hakkında genel bir fikir verecek mahiyettedir. Goldziher başlangıçta hadislerin fazla bir yekün tutmadığını, fakat sonradan uydurulan rivayetlerle bu miktarın arttığını ileri sürmekte, buna delil olmak üzere sahâbîlerin pek az hadis rivayet ettiklerini, rivayet sırasında son derece titiz davrandıklarını, ayrıca ilk zamanlarda Peygamber’in hadislerin yazılmasına izin vermediğini, bunun sonucu olarak daha sonraki zamanlarda birçok âlimin hadislerin yazılmasını uygun görmediğini söylemekte ve buradan hareketle, “Bana kitapla birlikte onun bir benzeri verildi” meâlindeki hadisi müslümanların uydurduğunu iddia etmektedir (Goldziher, , XIX, 223-235). Hadislerin, başta sahâbîler olmak üzere son derece titiz râviler tarafından daha sonraki nesillere aktarıldığını gösteren delilleri Goldziher’in yaptığı gibi hadislerin aleyhine olacak şekilde değerlendirmek, en iyimser bir yorumla İslâm’ın ilk temsilcilerinin dinî heyecanlarını, Resûlullah’a bağlılıklarını ve dinin ancak onun uygulamalarıyla doğru şekilde anlaşılabileceğine olan inançlarını bilmemekle izah edilebilir. Nitekim bazı sahâbîler, hadis rivayetinde titiz olmakla beraber kişiyi bildiğini gizlemekten sakındıran âyetler karşısında ölüm döşeğinde bile kendilerini hadis rivayetine mecbur hissetmişlerdir. Öte yandan uzun bir hayat süren bir kısım sahâbîlerin karşılaştıkları olaylar üzerine Resûlullah’tan duyup öğrendiklerini aktarmaları ve kısa ömürlü arkadaşlarına nisbetle daha fazla hadis rivayet etmeleri tabii görülmelidir. Aşere-i mübeşşerenin ittifakla naklettiği, Kütüb-i Sitte müellifleri başta olmak üzere birçok hadis âliminin eserlerinde yer verdiği, en titiz muhaddislerin bile mütevâtir hadisin yegâne örneği kabul ettikleri, “Kim benim ağzımdan bilerek hadis uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın” meâlindeki hadisi, uydurma hareketini önlemek amacıyla muhaddislerin ürettiğini söylemesi (Etudes sur la tradition islamique, s. 162-163), esasen Goldziher’in hiçbir bilimsel ölçüye değer vermediğini göstermektedir. Dinde önemli bir yeri bulunan, “Yapılan işler niyetlere göre değer kazanır” meâlindeki hadisin de güvenilir bütün hadis kitaplarında yer almasına, hem İslâm’ın ruhuna hem de, “Herkes kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar” meâlindeki âyete (el-İsrâ 17/84) uygun olmasına, ayrıca Goldziher’in hadisleri değerlendirirken dikkate aldığı tarihî gelişmeyle ilgili bir yanının bulunmamasına rağmen sonradan uydurulduğunu ileri sürmesi (el-ʿAḳīde ve’ş-şerîʿa, s. 44) şaşırtıcıdır.

Goldziher’in “hadislerin büyük bir kısmının eyaletlerde kendiliğinden ortaya çıktığı”, bunların “mevziî bir görüşü desteklemek için vücut bulduğu” (Etudes sur la tradition islamique, s. 217) şeklindeki iddiası şarkiyatçıların hadisler hakkındaki genel kanaatini yansıtmaktadır. Onun, bizzat müslüman münekkitlerin pek çok rivayetin bölgesel özelliğine işaret ettiğini söyleyerek görüşünü desteklemek üzere Sünenü Ebî Dâvûd ve Sünenü Tirmizî’den verdiği örnekler, aslında bir şehre yerleşen bir sahâbînin belki de tek başına Resûlullah’tan duyduğu veya başka sebeplerle bölgesel özellik taşıyan rivayetleridir. Bir sahâbîden rivayette bulunan şehir halkının ondan duydukları hadisleri sadece kendi bölgelerinde rivayet etmeleri sebebiyle, “Bu Şamlılar’ın hadisidir; Bu Hicazlılar’ın hadisidir” gibi ifadelerle anılan bazı hadisler “nisbî ferd” denilen rivayetlerdir. Subhî es-Sâlih’in, “hadisin tedvîninde muhitin tesiri” başlığı altında incelediği bu gibi rivayetler (Hadîs İlimleri ve Hadîs Istılahları, s. 39-41) hadislerin tedvin edilmeden önceki bazı özelliklerini yansıtmaktadır. “Efrâdü’l-büldân” diye anılan bu rivayetler, Goldziher’in iddia ettiğinin aksine hadislerin büyük bir kısmını meydana getirmemektedir. Efrâdü’ṣ-Ṣaḥîḥayn gibi eserlerden öğrenildiğine göre binlerce hadis ihtiva eden Buhârî ile Müslim’in sahîhlerinde bu türden en çok 200 kadar ferd ve garîb hadis bulunmaktadır. Siyasî veya itikadî görüşlerini desteklemek üzere hadis uyduranlarla titiz ve güvenilir hadis râvilerini aynı kefeye koymayı ilmî tarafsızlıkla bağdaştırmak mümkün değildir. “İslâm’da Hadisin Yeri” adlı makalesinde, müslümanların hadisleri Kur’an’dan sonra ikinci dinî kaynak durumuna getirebilmek için hikmet kelimesine “Hz. Peygamber’e ihsan edilen vahiy” anlamı yüklediklerini iddia eden Goldziher, diğer peygamberlere de hikmet verildiğini belirten âyetlere işaret ederek hikmetin sadece Hz. Muhammed’e mahsus olmadığını söylemektedir. Gerçekte hikmetin yalnız Resûlullah’a verildiğini iddia eden hiçbir İslâm âlimi bulunmadığı gibi, diğer peygamberlere hikmet verilmesinin hikmetin Resûl-i Ekrem’e de verilmesine engel teşkil etmeyeceği açıktır. Goldziher’in, İslâm dünyasında yeni meselelerin ortaya çıkmasıyla hadisin ikinci kaynak kabul edildiği yolundaki iddiasını tekrarlayanlar arasında James Robson da bulunmaktadır (, III, 24-25).

Hadislerin Hz. Peygamber zamanında yazılmaya başlandığı konusundaki delilleri görmezlikten gelen, ayrıca tedvîn ve tasnif çalışmalarını birbirine karıştıran Goldziher (Sezgin, Buhârî’nin Kaynakları, s. 11-15) meselenin içinden çıkamayınca İslâmî kaynaklarda bu konuda çelişkili bilgiler bulunduğunu ileri sürmekte ve bu sebeple tedvînin başlangıcını III. (IX.) yüzyıla kadar götürmektedir. Böyle düşünen şarkiyatçılarla tedvîn faaliyetinin II. (VIII.) yüzyılda başladığını söyleyerek daha mutedil görünenlerin maksatları farklıdır. Bu ikinci gruptakilerin amacı o tarihten itibaren yazıya güvenildiği, bu sebeple hadisleri ezberleyerek muhafaza etme geleneğinin terkedildiği düşüncesini ortaya atmaktadır. III. (IX.) yüzyılda başlatanların gayesi ise geç bir tarihe kadar yazılmadığı için hadislerin sağlam bir şekilde korunamadığı kanaatini uyandırarak hadis tedvin edenlerin kendi görüşlerine uyan rivayetleri topladıkları ve işlerine geldiği şekilde hadis uydurdukları hususundaki görüşlerine zemin hazırlamaktır.

Goldziher, hadislerin sonraki dönemlere güvenilir bir şekilde intikal etmediği şeklindeki tezine dayanak hazırlamak üzere önemli bazı hadis otoritelerinin güvenilirliği hakkında şüphe uyandırmaya çalışmış, bunun için de hadislerin resmî tedvîninde birinci derecede rol oynayan İbn Şihâb ez-Zührî’yi seçmiştir. Zührî’nin Mekke’deki Mescid-i Harâm’a karşılık Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’yı hac merkezi yapmak, Kubbetü’s-sahre etrafında yapılacak tavafın Kâbe’de yapılan tavaftan farksız olduğunu kabul ettirmek isteyen Halife Abdülmelik b. Mervân’ın arzusu üzerine, “Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ dışında hiçbir mescide sefer yapılması doğru değildir” (Buhârî, “Ṣalât fî mescidi Mekke”, 1, 6, “Ṣavm”, 67; Müslim, “Ḥac”, 415, 511, 512) meâlindeki hadisi uydurduğunu iddia etmiştir (Etudes sur la tradition islamique, s. 41-53). Bu konuda görüşlerinden faydalandığı Şiî tarihçi Ya‘kūbî, Mekke ve Medine’ye hâkim olan Abdullah b. Zübeyr’in hacca giden Suriyeliler’i kendine biat etmeye zorlaması üzerine Abdülmelik’in hacı adaylarına Zührî’nin rivayet ettiği yukarıdaki hadisi okuyarak Mescid-i Aksâ’ya da hac maksadıyla gidilebileceğini söylediğini, oradaki kayanın üzerine bir kubbe yaptırıp bu kubbeye ipek örtü örttüğünü ve hac maksadıyla Mekke’ye gidilmesine engel olduğunu ileri sürmekle beraber (Târîḫ, II, 261) Zührî’nin bu hadisi uydurduğundan söz etmemiştir. Fakat Goldziher, bu asılsız olayı gerçek kabul ettiği gibi Zührî’nin güvenilirliği hakkında şüphe uyandırmak için hadisi onun uydurduğunu özellikle söylemiş, daha sonra diğer şarkiyatçılar da bu iddiayı aynen benimsemişlerdir (, VI, 945, 957). Fakihliği ve hadis rivayetindeki titizliğiyle tanınan Abdülmelik b. Mervân’ın, birçok sahâbînin ve büyük tâbiîlerin henüz hayatta bulunduğu bir tarihte hiçbir müslümanın cesaret edemeyeceği ve kimseye kabul ettiremeyeceği böyle bir icraata teşebbüs edebileceği düşünülemez. Müslümanlar için son derece önemli olan böyle bir hadise cereyan etseydi bunun diğer kaynaklarda da mutlaka yer alması gerekirdi. Ayrıca Kubbetü’s-sahre’nin 72’de (691) tamamlandığı, bu tarihten itibaren Mekke’nin esasen Emevîler’in elinde olduğu (M. Mustafa el-A‘zamî, Menhecü’n-naḳd ʿinde’l-muḥaddis̱în, s. 127-131), daha da önemlisi Zührî ile Abdülmelik’in ilk defa 80 (699) yılı civarında tanıştıkları bilinmektedir. Goldziher’in bazı İslâmî konuları bilmediğini yahut maksatlı olarak yanlış yorumladığını gösteren örnekler az değildir (M. Mustafa el-A‘zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı, s. 10-18; Goldziher’in metodu ve görüşleri için bk. , XIV, 105-111).

İtalyan şarkiyatçısı Leone Caetani Annali dell’Islam (İslâm Tarihi) adlı eserinde, “en mükemmel olan ve en şâyân-ı i‘timad isimlerden terekküb eden isnadların bile II. asır nihayetinde, belki III. asr-ı hicrîdeki hadis ulemâsı tarafından tertip ve âdeta icad edilmiş olduğunu” iddia etmiştir (I, 86). Hadislerin güvenilirlik ölçüsünü ilk kademede ortaya koyan isnad sistemi hakkındaki bu ağır ithamını hiçbir belgeye dayandırmaması, onun en önemli konularda bile zan ve tahminle konuşmakta sakınca görmediğini kanıtlamaktadır. Kendi kaynaklarından biri olan ve II. (VIII.) yüzyılın başlarında yazılan İbn İshak’ın küçük hacimli es-Sîre’sinde bile 200’e yakın isnadın kullanılmış olduğunu görmezlikten gelmesi, tıpkı hadis metinleri gibi isnadların da daha sonraları icat edildiğini kabul etmesi (a.g.e., I, 88) sebebiyledir. Caetani’nin hadisler hakkındaki peşin hükmünün örneklerinden biri de şudur: Hollandalı şarkiyatçı Reinhart Dozy’nin, bütün müsteşrikler gibi Hz. Peygamber’in uydurup Allah’a nisbet ettiğini ileri sürdüğü Kur’an’a ve Resûlullah’a ağır hakaretler etmesi yanında Ṣaḥîḥ-i Buḫârî’nin yarısını “en titiz münekkitlerce bile sahih sıfatına lâyık” bulması, hadislerin çoğunun şifahî olarak korunduğunu ve bunların genellikle hicretin II. asrında yazıldığını söylemesi (Dozy, I, 161-165) gibi olumlu sayılabilecek tavırlarını Caetani, “ihtiyatsızca kendisini bırakıvermiş iyimser bir güven” olarak nitelemektedir (İslâm Tarihi, I, 90). Zira ona göre Ṣaḥîḥ-i Buḫârî ve Ṣaḥîḥ-i Müslim’deki hadisler İslâmiyet’in en gelişmiş bir devresindeki dinî, siyasî ve içtimaî şartların bir çerçevesinden ibarettir. Bu hadisler Hz. Peygamber’in söylediği sözler değil hicretin II. yüzyılındaki müslümanların onun söylemiş olmasını istedikleri şeylerdir (a.g.e., I, 91).

Henri Lammens, Hz. Muhammed’in erken vefat etmesinin Kur’an’ı yeniden ele alıp ondaki bazı boşlukları doldurmasına fırsat vermediğini söylemekte, var olmayan sünneti ortaya çıkarmak veya mevcut fikirleri yerleştirmek için hadisin başvuru kaynağı olması gerektiğini, bu sebeple de hadis metinlerinin çok dikkatli ve titiz bir şekilde yeniden üretildiğini ileri sürmektedir. Hadislerde Kitâb-ı Mukaddes’ten alıntılar bulunduğunu, “Rab Îsâ’nın Duası” (Lord’s Prayer) gibi hemen hemen hiç değiştirilmeyen nakiller yapıldığını iddia etmekte ve buna örnek olarak, “Sağ elinin verdiğini sol elin bilmesin” meselini zikretmektedir (Islam Beliefs and Institutions, s. 70-72). Bu hikmetli ifadenin, “Eğer sadakaları açıktan verirseniz ne âlâ! Şayet onu fakirlere gizlice verirseniz işte bu sizin için daha hayırlıdır” (el-Bakara 2/272) şeklindeki ilâhî kaynaktan çıkmış olması ona göre hiçbir önem taşımamaktadır.

David Samuel Margoliouth, Hz. Muhammed’in kendinden sonra bir hüküm ve dinî bir karar bırakmadığını söylemekte, ilk İslâm cemaatinin uyguladığı sünnetin eski Araplar’ın örfü olduğunu, bunların onun sünnetiyle bir ilgisi bulunmadığını, Peygamber’in temeli Kur’an’da olmayan bir kural ortaya koymadığını ileri sürmekte (The Early Development of Mohammedanism, s. 66, 70, 76), şarkiyatçıların, fıkhî hüküm ve kararların Hz. Peygamber’e izâfe edildiği şeklindeki genel kanaatini paylaşmaktadır (, II/2, s. 115).

Reynold Alleyne Nicholson da muhaddislerin birbirine zıt birçok hadisi Hz. Peygamber’e isnat ettiklerini ve bunları telif imkânı bulamadıklarını iddia etmekte, buna misal olarak köpeklerin bir yerde öldürülmesini emreden, başka bir yerde de bunu yasaklayan rivayetleri göstermekte, ayrıca Ebû Hüreyre gibi bazı sahâbîlerin tarlaları bulunduğu için köpek beslemeyi mubah gördüklerini, nitekim İbn Ömer’in, “Ebû Hüreyre’nin tarlası vardır” diyerek onun bu konudaki açığını ortaya çıkardığını ileri sürmektedir (İzziyye Ali Tâhâ, Mecelletü’l-buḥûs̱i’l-İslâmiyye, s. 284-285). Nicholson’un, birbirini nakzeden pek çok hadis bulunduğu yolundaki iddiasını sürdüren Alfred Guillaume da “Lâ ilâhe illallah diyen bir kimsenin hırsızlık yapıp zina etse bile cennete gireceğini” belirten hadisle (Buhârî, “Tevḥîd”, 33), “kalbinde zerre miktarı kibir bulunan kimsenin cennete giremeyeceğini” (Müslim, “Îmân”, 147), “zina eden kimsenin o sırada mümin olamayacağını” (İbn Mâce, “Fiten”, 3) belirten hadisleri zikrederek bunları birbiriyle telif etmenin imkânsız olduğunu söylemekte, ayakta su içmenin veya ayakta abdest bozmanın lehinde ve aleyhindeki hadisleri de bu arada zikrederek bu kabil rivayetlerin ciddi metin tenkidinden geçirilmesini teklif etmektedir (Islam, s. 106-111).

Bu iki şarkiyatçının, birbirini nakzeden pek çok hadis bulunduğu ve bunların metin tenkidine tâbi tutulmadığı yolundaki iddiaları gerçeği yansıtmamaktadır. Esasen birbirine zıt gibi görünen hadisler bulunmakla beraber bunlar diğer hadislere nisbetle oldukça azdır. İslâm âlimleri çok erken devirlerden itibaren hadisleri doğru anlamak, onların sahihini zayıf ve mevzû olanından ayırmak için sened tenkidi yanında metin tenkidiyle ilgili prensipler de ortaya koymuşlar, özellikle birbirine muarız görünen rivayetler için geliştirdikleri şâz, münker, muztarib, mensuh gibi ölçüler sayesinde bu tür problemleri halletmeye çalışmışlardır. İmam Şâfiî’nin İḫtilâfü’l-ḥadîs̱’i, İbn Kuteybe’nin Teʾvîlü muḫtelifi’l-ḥadîs̱’i (Guillaume ve Nicholson’un söz konusu ettiği hadislerin te’vili için bk. s. 143-145, 164-169, 212-215, 432-433), muhaddisler tarafından başından beri uygulanan bu prensiplerin erken bir devirde kitap haline getirildiğini ortaya koymaktadır (ayrıca bk. MUHTELİFÜ’l-HADÎS). Ebû Hüreyre’nin tarlası bulunduğu ve bekçi köpeğine ihtiyacı olduğu için köpek beslemeyi mubah gördüğü, İbn Ömer’in de, “Ebû Hüreyre’nin tarlası vardır” diyerek onu bu konudaki hadisi uydurmakla suçladığı iddiasının gerçekle ilgisi yoktur. “Ebû Hüreyre benden daha hayırlıdır, rivayet ettiklerini de benden daha iyi bilir” (, VII, 438) diyen, daha sonra bu hadisi “tarla köpeği” ilâvesiyle bizzat rivayet eden (Müslim, “Müsâḳāt”, 56) İbn Ömer’in Ebû Hüreyre’yi suçlaması mümkün görünmemektedir (bk. EBÛ HÜREYRE).

Zührî’nin hadislerin tedvîni hususundaki meşhur sözünü Alfred Guillaume’un anlamamış olması düşünülemez. Zührî, kendisi gibi düşünenlerin emîrler tarafından zorlanıncaya kadar hadisleri yazmaya taraftar olmadıklarını belirtmekte, Guillaume ise onun bu sözünü emîrlerin baskısıyla muhaddislerin hadis uydurduklarının en açık delili saymaktadır (The Traditions of Islam, s. 50). Hadis uydurmakla hiçbir ilgisi bulunmayan bu sözü, Zührî’nin kendisini ve diğer muhaddisleri ele vermesi olarak değerlendirmenin mantıklı görünmediği ortadadır. Duncan Black Macdonald da aynı konuyu bir başka açıdan ele almakta, hâfızalarına güvenen ve hadislerin yazılmasına karşı çıkan bazı muhaddislerin tedvîn hareketinin II. (VIII.) yüzyılın ortalarına kadar gecikmesine sebep olduklarını, bunun da hadislerin kaybolmasına yol açtığını iddia etmektedir (The Development of Muslim Theology, s. 76-77).

Hadislerin yazılması belli bir süre yasaklanmakla beraber bazı sahâbîlerin Hz. Peygamber’den özel izin alarak yazmayı sürdürdüğü, ayrıca bu yasağın sahâbîleri ve tâbiîleri hadisleri titizlikle ezberlemeye sevkettiği bilinmekte, tedvîn hareketinin de sanıldığı gibi geç bir tarihe kalmadığı görülmektedir (yk.bk.). Guillaume ile Macdonald sadece iddiaları doğrultusundaki bazı rivayetleri dikkate almışlar, konuya açıklık getirecek diğer rivayetlere önem vermemişlerdir.

Joseph Schacht, Hz. Peygamber’in hukukî mahiyette bir şey yapıp söylemeyi hiçbir zaman düşünmediği, esasen onun buna yetkisinin bulunmadığı kanaatini taşıdığı için, Goldziher gibi bu nevi hadislerin II (VIII) ve III. (IX.) yüzyılda yaşayan İslâm âlimleri tarafından uydurulduğunu ileri sürmüştür. Schacht’ın müsteşrikler tarafından çok beğenilen Origins of Muhammadan Jurisprudence adlı eserindeki cüretkâr iddialarını Muhammed Mustafa el-A‘zamî On Schacht’s Origins of Muhammadan Jurisprudence (trc. Mustafa Ertürk, İslâm Fıkhı ve Sünnet, İstanbul 1995) adlı çalışmasıyla cevaplandırmıştır. Siyasî, itikadî, hatta hukukî konularda hadis uydurulduğu tarihî bir vâkıa olmakla beraber bunların hadis otoriteleri tarafından zamanında tesbit edilip değerlendirilmesi sebebiyle muteber fıkıh kitaplarında yer almadığı da bir gerçektir. Schacht’ın, isnad sistemine II. (VIII.) yüzyılın başlarında veya en erken I. (VII.) yüzyılın sonunda başlandığı, senedlerin, fikir ve inançlarını ilk otoritelere dayandırmak isteyen kimseler tarafından keyfî ve dikkatsiz bir şekilde hazırlandığı yolundaki iddiaları (tenkidi için bk. A‘zamî, İslâm Fıkhı ve Sünnet, s. 202-252, hadisle ilgili diğer görüşleri için ayrıca bk. s. 30-32, 43, 45, 54-58, 144-145; a.mlf., İlk Devir Hadis Edebiyatı, s. 194-222), I. (VII.) yüzyılda Hz. Peygamber’in hiçbir hadisinin mevcut olmadığı görüşünün tabii bir sonucudur. Schacht, isnadın İslâm’daki ilk fitne ile birlikte başladığını söyleyen İbn Sîrîn gibi âlimlerin sözlerini de asılsız saymak suretiyle bu konuda sadece kendi iddialarına geçerlilik tanımıştır.

Philip Khuri Hitti, müslümanların hadisleri tıpkı Kur’an gibi vahiy mahsulü olarak kabul ettiklerini, halbuki hadislerin çoğunun Kitâb-ı Mukaddes’ten, özellikle de İnciller’den alındığını iddia etmekte; bunu ispatlamak amacıyla da suç işleyen kölesini dövmek için izin isteyen birine Hz. Peygamber’in izin vermediği gibi onu günde yetmiş defa affetmesini öğütlediğine dair hadisin (, II, 90; Tirmizî, “Birr”, 31) Matta İncili’nden (18/21, 22), Câbir b. Abdullah’ın, Medine’de Hendek Gazvesi’ne hazırlanıldığı sırada pişirdiği az bir yemeğin Resûl-i Ekrem’in bereketiyle 1000 kişiyi doyurmasına dair hadisin de (Müslim, “Eşribe”, 141) Hz. Îsâ’nın aynı şekilde 4000 kişiyi doyurduğuna dair Matta İncili’ndeki rivayetten (15/30-38) alındığını ileri sürmektedir (Islam and the West, s. 105-107). Bu konuda aynı görüşü benimseyen James Robson’a göre bu nevi rivayetler müslümanların hıristiyanlarla olan temasları sonucunda ortaya çıkmış olup bunlarla mûcize sergilemede Hz. Peygamber’in Hz. Îsâ’dan geri kalmadığı inancı yayılmak istenmiştir (, XLI/1-4, s. 174).

Müslümanların, hadisleri Kur’an gibi vahiy mahsulü kabul ettikleri iddiası gerçeği tam olarak yansıtmamaktadır. Her ne kadar bazı âlimler, Cebrâil’in Kur’an gibi sünneti de Hz. Peygamber’e getirdiğini söylemişlerse de (Dârimî, “Muḳaddime”, 49; Abdülganî Abdülhâliḳ, s. 337) İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu hadisleri Kur’an’dan sonra ikinci kaynak, Kur’an’dan farklı bir vahiy ve ilham eseri görmüşler ve onu hiçbir zaman tıpkı Kur’an gibi bir vahiy mahsulü saymamışlardır (yk.bk. Önemi). Öte yandan müslümanları Ehl-i kitaba benzemekten şiddetle sakındıran Hz. Peygamber’in (Buhârî, “Enbiyâʾ”, 50; Müslim, “ʿİlim”, 6) Kitâb-ı Mukaddes’ten faydalanması söz konusu olamaz. Tahrifata uğrayan Kitâb-ı Mukaddes’teki sözlerin Hz. Îsâ’ya aidiyeti kesin olmadığı, bu sebeple Resûl-i Ekrem’in bu ifadeleri kabul veya reddetmeyi yasakladığı bilindiğine göre (Buhârî, “İʿtiṣâm”, 25; “Tevḥîd”, 51) onun kendi yasağına uymaması, muhaddislerin de Hz. Peygamber’in bu emrine karşı gelmeleri imkânsızdır. Eğer Kitâb-ı Mukaddes’teki bu sözler tahrif edilmemişse aynı ilâhî kaynaktan beslenen iki peygamberin birbirine yakın sözler söylemesi ve benzer mûcizeleri göstermeleri tabiidir.

Theodorus Willem Juynboll, Encyclopedie de l’Islam’ın ilk baskısına yazdığı “Hadis” maddesinde hadis uydurmacılığı konusunu Goldziher’in görüşlerine dayanarak genişçe ele almış; muhaddislerin Peygamber’e ait söz ve fiilleri yeni zamanın düşüncelerine uygun şekle soktuklarını ve gayelerine uygun birçok hadis ortaya çıkardıklarını belirterek bütün muhaddisleri suçlamış; Juynbol da diğer müsteşrikler gibi hıristiyan akîdelerinden, İncil’in ve apokrif kitapların fıkralarından, yahudi fikriyatından, Yunan filozoflarının nazariyelerinden faydalanıldığını ileri sürmüş; akaid esasları, ahkâm, helâl ve haram, medenî ve cezaî hukuk, muaşeret, âhiret hayatı, yaratılış ve geçmiş peygamberler hakkında vb. dinî konulara dair hadis uydurulduğunu belirterek bütün hadisler üzerinde şüphe uyandırmak istemiştir. Buna karşılık kötü niyetli uydurmacıların oyununu boşa çıkarmak maksadıyla gerçek muhaddislerin verdikleri mücadele ve geliştirdikleri tenkit metodundan söz etmemiş; hadis uyduranların birer hadis otoritesi olmadığı, bu sebeple onların ortaya attığı rivayetlere herkesin itimat etmediği ve bu sözlerin önemli muhaddislerin eserlerinde yer almadığı gerçeğini de dile getirmemiştir. Juynboll, müslümanların hadis uydurma hareketini doğru bulmadıklarını belirtmekle birlikte Peygamber’e izâfe edilen özellikle dinî ve ahlâkî düstur mahiyetindeki sözler için hafifletici sebepler ileri sürdüklerini iddia ederek onların tergīb ve terhîb konusunda hadis uydurulmasına göz yumduklarını söylemektedir. Halbuki uydurma hadisleri konu alan bütün kitaplarda, Allah rızâsı için hadis uydurduklarını ifade eden sözde zâhidler hadislerin ruhundan ve mânasından haberdar olmayan en zararlı sınıf olarak kabul edilir (Kandemir, s. 56-61). Juynboll’ün, “Ebû Hüreyre’nin doğru sözlülüğü pek çok kimselerce kabul edilmeyerek şiddetli itirazlarla karşılandı” demesi, çok hadis rivayet ettiği için Ebû Hüreyre’yi gözden düşürme maksadına, “En büyük zaman tenâkuzlarını ihtiva eden hadisler bile umumca itimada lâyık görüldü” sözü de hadisler hakkında şüphe uyandırma hedefine yönelik asılsız iddialardan ibarettir. Onun “Hadis” maddesindeki gerçek dışı görüşleri, bu ansiklopedinin Arapça tercümesinde Ahmed Muhammed Şâkir tarafından cevaplandırılmıştır (, VII, 230-247).

Müsteşriklerin üzerinde en fazla durdukları hususlardan biri de muhaddislerin bütün gayretlerini sened tenkidine yönelttikleri, şeklen kusursuz olan rivayetleri güvenilir sayarak metin tenkidiyle meşgul olmadıkları iddiasıdır. Halbuki hadislerin sağlamlık derecesini tesbit etmek üzere muhaddislerin ortaya koyup geliştirdiği sened tenkidi, rivayetleri bir tür ön elemeden geçirme faaliyeti olup bundan sonra hadis metinleri de incelenerek bunların Kur’an’a, mütevâtir sünnete, te’vil edilemeyecek kadar akla, duyu ve müşahedeye ve tarihî gerçeklere aykırı olup olmadığı tesbit edilmeye çalışılmıştır. Muhaddisler, bu ölçülere göre hadisin lafzında ve mânasında bir bozukluk bulunmasını ondan şüphelenmek için yeterli sebep kabul etmişlerdir. Erken devirlerden itibaren metin tenkidi alanında yapılan çalışmalar geniş araştırmalara konu olmuştur. Bu çalışmalara örnek olarak Selâhaddin b. Ahmed el-Edlibî’nin Menhecü naḳdi’l-metn ʿinde ʿulemâʾi’l-ḥadîs̱i’n-nebevî (Beyrut 1403/1983), Misfir b. Gurmullah ed-Dümeynî’nin Meḳāyîsü naḳdi mütûni’s-sünne (Riyad 1404/1984), Muhammed Lokmân es-Selefî’nin İhtimâmü’l-muḥaddis̱în bi-naḳdi’l-ḥadîs̱ seneden ve metnen (Riyad 1408/1987) ve Muhammed Tâhir el-Cevâbî’nin Cühûdü’l-muḥaddis̱în fî naḳdi metni’l-ḥadîs̱ (Tunus 1991) adlı eserleri zikredilebilir.

Şarkiyatçıların hadis ve sünnet aleyhindeki görüşlerinin Arapça metinleri yeterince anlayamadıklarından kaynaklandığı fikrinde (Hatiboğlu, s. 84-94) gerçeklik payı bulunmakla beraber söz konusu aleyhtarlığı sadece bu sebebe bağlamak fazla iyimserlik olur. Hadislerin güvenilir olmadığı hususunda müsteşrikler gibi düşünen Émile Dermenghem’in, şarkiyatçıların yazdığı kitapların “kabataslak fikirler ihtiva ettiğini ve yıkıcı mahiyette” olduğunu (Muhammed’in Hayatı, s. 4) söylemesi şüphesiz daha gerçekçidir. Eserlerinde polemiğe girmekten kaçındığı, hadis ve sünnet hakkında daha insaflı bir görüşe sahip olduğu anlaşılan Johann W. Fueck’ün söyledikleri de bu kanaati doğrulamaktadır. Ona göre İslâmî tenkit sistemi, hadise ilâve edilmek istenen sahte unsurları ayıklamakta başarılı olmuştur. Bu sebeple sünnetin dayandığı malzeme sahihtir. “Sünnetin ilk iki yüzyılın bir icadı olduğunu ve onun sadece daha sonraki nesillerin Peygamber ve ashabı hakkındaki düşüncelerini yansıttığını ileri süren bazı şarkiyatçılar, Muhammed’in şahsiyetinin ashabı üzerindeki büyük etkisini ciddi bir şekilde küçümsemektedir” diyen Fueck’e göre müsteşriklerin her hukukî sünneti ispatlanıncaya kadar uydurma kabul etmeleri, hiçbir sınır tanımayan ve tamamen şahsî arzuya dayanan bir şüpheciliği beslemektedir (Studies on Islam, s. 99-111).